25 Kasım 2009 Çarşamba

Rumble Fish (1983)


Son zamanlarda bir çok hollywood filmi izliyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç pişman olmadım. Dünyanın en güzel filmlerinin %90'ı buradan çıkıyor; tabi dünyanın en kötü filmlerinin %90'ı da... Kısacası seçimleri iyi yapmak lazım, ideolojik olmanın manası yok. Bu filmler arasında çok hoş olan (mesela Brad Pitt'in güneyli aksanı ve "I need me eight men" deyişi ve elbet Mélanie Laurent'in inanılmaz çekiciliği) ama kanımca Tarantino'nun usta işi olmaktan uzak bir Inglourious Basterds ve aldığı her türlü Oscar'i dibine kadar hakettiğini düşündüğüm bir The Departed vardı.

Ancak bugün bahsetmek film çok daha eski bir hollywood olayı. Mickey Rourke'un bir efsane olduğu, 9 1/2 haftalarda kadınların yüreğini hoplattığı, anamın beni doğurduğu zamanlar. Delirip boksör olcam ben diyerek kariyerini ve suratını piç etmeden yaklaşık 10 yıl önce.




Film seksenlerin vahşi ve vurdumduymaz gençlerinin bir hikayesi. Sokak savaşları ve motorsikletler gırla gidiyor. Mickey abim bu işlerden uzak kalmak için kaliforniya'ya kaçmış sonra ne halt yemek içinse geri gelmiş bir sokak efsanesi rolünde. Aslında filmin başrolü kendisinin değil, küçük kardeşi rolündeki Matt Dillon'un. Matt de bu kendine güvensiz toy karakterin altından çok iyi kalkmış. Senaryo dünyanın en iyi senaryosu değil, ama hemen her bakımdan ilginç bir çekiciliği var filmin.
Filmin Francis Ford Coppola'nın az bilinen bir eseri olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Sorunun Coppola'nin her filminin Baba serisinin gölgesinde kalması olduğu söylenebilir. Bu arada bu yaşlı yönetmenin bir hayattan zevk alma manyağı olduğunu ve kendi şaraplarını ürettiğini de bilmeyenler olabilir. Francis Coppola'nın benim gibi bir doktora öğrencisinin günlük olarak içemediği kalburüstü şarapları vardır.

21 Temmuz 2009 Salı

The life of David Gale (2003)


Alan Parker'in bu filmini izleyen çoğu insan gibi ilk başta gerçek bir hikayeye dayalı sanmıştım. Değilmis. Senariste saygım arttı sadece.
Gelelim filme. Burada "film şöyle başlıyor, böyle ilerliyor, sonunu da işte izleyin görün" tarzı gazete yorumculuğu yapacak değilim. Zaten filmleri konusu için izleyeni de anlamam. Biz film hakkında karar verirken bakariz gömleği ütülü mü, papyonu düzgün mü diye. Napacaksın konusunu? (Bu lafın Müslüm Baba'ya ait olduğu iddia ediliyor; "Melodisi size uymuyor Baba, neden söylediniz" sorusuna cevap olarak vermiş)
Efsane filmler efsane replikler deriz ya, çoğu zaman bir filmden zevk almamış öncelikli nedenlerinden birisidir iyi replikler. Peki burada neler olmuş:


Constance Harraway: I wish I'd had a child.
David Gale: Yeah, so do I.
CH: I'm sorry, David.
DG: No.
CH: I guess I just wish I had risked more
...
Oh, and not enough sex. Should have had more sex.
DG: Really?
...
Well, how... How many lovers did you have?
... (Constance makes 4 with her fingers)

DG: Including college?
CH: Including college.
DG: Well, sex is really...
You know, it's not all it's cracked up to be.
...
It's so overrated.
...
You should have had more sex.
CH: Mm-hmm. You work so hard not to be
seen as a sex object. Before long, you're not seen at all.
DG: Hey. I see you.
...
You want to make it five? Complete the hand.
CH: What, a pity lay? No, thanks.
DG: Hey. It wouldn't be pity.


Her hoşuma giden sahneden burada bahsedemeyeceğim için replik kopyala yapıştır çalışmamız bu kadarla sınırlı olacak. Filmi sırf Kevin Spacey ya da sırf Rhona Mitra için izleyebilirsiniz. Ancak bu kişilere karşı bir takıntınız yoksa sırf güzel film olduğu için ve insanın bazı şeyleri ispat için neleri feda edebileceğini görmek için izleyin. Her zaman dediğim gibi, pişman olmazsınız. Zaten olacak olsaydınız, bu filmi bu köşede yazmazdım.

In Bruges (2008)

Bruges Belçika'da bir şehir, filmden edindiğim izlenime göre sıkıcı bir yer ancak her Avrupa kenti gibi (sanırsam Türkiye'nin neden Avrupalı görünmediğinin kanıtı olabilir bu durum) sokakta biranızı içebiliyorsunuz. Öte yandan film kesinlikle sıkıcı değil, hatta o Emrah kaşlı Colin Farrell amcam bile sinirinizi bozamıyor (zamanında çok bozmuştu - mesela The Recruit - çoğu kişinin aksine Cassandra's Dream'i de çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim). Guy Ritchie filmi tadında ama içinize dokunabilecek bir film düşünün (Snatch içinize dokunduysa bir dahiliye uzmanına görünün)



Filmin en akılda kalıcı özelliği diye bir paragraf başlatmak isterdim ama çok uzun olur. Zira hem tadında dramatik, tadında komik, tadında romantik ve tadında kriminal(ik) film yapmak her babayiğidin harcı değil. Replikler de bir efsane, zaten bir çoğunu yukarıdaki trailer'da duyacaksınız ama en sevdiklerimden birini açık açık yazayım:
- An Uzi? I'm not from South Central Los Angeles. I didn't come here to shoot twenty black ten year olds in a drive-by. I want a normal gun for a normal person.

Bir dip not: Filmdeki favori karakterim Ken (yaşlı ve çirkin olduğumdandır belki). Ama Ray'in Cartman'ı kiskandiracak seviyedeki politically incorrect(nedir bunun Türkçesi?) yorumlarının da hakkını vermek lazım. (mesela politically correct olmak için dwarf yerine "vertically challenged" denir... ama Ray midget diyor... yersen)

19 Haziran 2009 Cuma

Kubrick'in Lolita'si (1962)

Hani bazı karakterler vardır, artık dilimize bile geçmiştirler ama kaynaklarını birinci elden görmemişizdir. Örneğin Davudi ses diye bir kavram vardır, ama hangimiz Davud'u çıplak kulaklarla duymuşuzdur? Lolita da benim için öyle bir karakterdi, her ne kadar bir DVD kadar uzak olsa da.

Sonunda Kübrick'in orjinal Lolita filmini izleme şansı buldum ve diyebileceğim tek şey bu kadar ünlenmeyi sonuna kadar hakettiğidir. Film siyah-beyaz ve o dönemdeki sebep-sonuç bağlantısı sorunları geçerli. Çoğu şey rastlantılarla ve minimum meşrulaştırma ile açıklanıyor ama zaten filmin konusu gerçekçilik değil. Lolita'nın tek bir bakışı ya da tek bir kelimesi ile neler yapabileceğini siz bile ekranın bu tarafından hissediyorsunuz. Ben olsam ben de kölesi olurdum dediğim anlar çok oldu ve bu hissiyatın önemli bir kısmını yönetmen Stanley Kubrick'in haznesine yazmak herhalde abartı olmaz. Kamerayı kullanışı, Lolita'nin ön andaki tahrip gücü en yüksek vücut hareketini bizlere gösterişleri inanılmaz.



Öte yandan filmde oyunculuk da çok başarılı. Özellikle Peter Sellers'in piskopat karakteri Quilty sinema tarihinin en şahsına münhasır karakterlerinden biri olabilir. Kısacası eski demeyin, izleyin. Pişman olmayacaksınız.

16 Haziran 2009 Salı

Naked (1993)

Uzun zaman sonra 5 yıldız verdiğim bir film seyretmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum sayın seyirciler. Mike Leigh'i tanımıyordum bu filmden önce, ama artık unutmam çok mümkün değil gibi. Film daha ilk dakikasındaki ağır brit aksanı ile kanıma girmeyi başarıyor. Sonrasında başrol oyuncumuz Johnny benim hayal bile edemeyeceğim bir kibirlilik ve ukalalığa sahip (söyle bir bira markası sanırsam kendisine yakışırdı : arrogant bastard ale ) olduğundan iyice bir yakın hissediyorum kendisini.



Yukardaki sahne filmdeki en şahane bulduğum sahne. Kesilmiş ama hemen 1 saniye sonra Johnny o haline bakmadan şarkı bitince "çüküm kalktı" diyecektir. Zannedilmesin film böyle bir şey olacak, daha çok bir konuşma filmi kendisi. Johnny'nin çenesi hiç durmayacak, ama bazen söylediklerinin ne kadar doğru olduğu ve bunları ne kadar hızlı hızlı söylediği sizi bile şaşırtacak. İnsan halini en çıplak haliyle gösterdiği için sanırsam "Naked" ismini sonuna kadar hakediyor. Umarım bulursunuz da zevkine varırsınız bu 131 dakikalık şaheserin.